Mertcan Titiz: Otuza Dek, İşte Bu Benim Hikâyem
Merhaba Leyli Sanat okurları. Yılın son ayında sizi çok kıymetli dostum Mertcan Titiz’le tanıştırmak istiyorum. Kendisiyle dostluğumuz 2-3 seneye dayanıyor muhtemelen. Taksim sokaklarında, müziğin cıvıl cıvıl her mekandan yayıldığı günlerde bir araya geldik. Kendisini dinlediğimde sesine hayran olmuştum ki o zaman işim gücüm masalara içki götürmekti. Ayrıca enstrümanıyla bütünlenmiş biri benim için. Sonra, Leyli Sanat’ın 1. yıl dönümünde sahneye katkısıyla unutulmaz bir gece yaşattı bize. Şimdi ise “Otuza Dek” şarkısı tüm platformlarda yayında. Lafı çok uzatmayayım, Mertcan neden benim için bu kadar değerli, buyrun röportajdan okuyup anlayın. İyi okumalar.
Sevgili Mertcan, bütün sıfatları önüne dizsem, kendini anlatmak için seçeceğin 10 sıfat ne olurdu?
Aslında 10 sıfat baya çok geldi. Ben bir başlayayım artık kaç tane çıkarsa. En başta bir müzikperver, şiir sever, bazı bazı yazar, biraz daha kişiselleştirmek gerekirse romantik (hatta bazen fazla romantik), uyumlu, ilkeleri olan ve goygoycu. Bak gördün mü 10 tane çıkmadı.
Seni müzisyen yanınla tanıyan biri olarak, çocukluğunu ve yaşadığın çevreyi biraz tasvir edebilir misin? Şu anki Mertcan’ın var oluşuna nasıl bir zemin hazırlandı o zamanlarda?
Aydın’ın Didim ilçesinde, Denizköy isimli bir köyde büyüdüm ben. Yanımız yöremiz yine kendi hemşehrilerimizle doluydu. Hâl böyle olunca içine doğduğum kültürü neredeyse tüm inceliklerine kadar yaşayıp anlama fırsatım oldu. Ana dildeki eksikliğimi saymazsak (ki bu eksikliğimi de lise yıllarında telafi ettim) köklerine bağlı bir çocukluk geçirdim. Dediğim gibi bir köy ortamında büyüdüm ve çocukluğum sokaklarda geçti. Bunu iyi anlamıyla söylüyorum çünkü sokakta arkadaşlarıyla o kadim oyunları oynayan neredeyse son jenerasyonuz biz. Teknolojinin hegemonyasından uzak geçirilmiş bir çocukluktu yani.
Müzikle kurduğun bağı biraz açıklayabilir misin? Hangi zamanlara dayanıyor, kimleri dinliyordun?
Sosyal bağları çok kuvvetli bir ailede büyüdüm. Babam, arkadaşlarının neredeyse en sevdiği insandı. Her hafta sonu bizim evde sofra kurulur, şişeler devrilir ve şarkılar, türküler söylenirdi. Ben daha okula gitmezden beri o sofraların kadrolu türkücüsü olmuştum. Yine o sofralardan birinde “Ey sevdiğim bir gün bana yar demedin yar demedin” türküsünü ezberden söylediğimi hâlâ dün gibi hatırlarım. Müzik bu kadar kulağımda ve dilimde iken ilkokuldan lise son sınıfa kadar 23 Nisan müsamerelerinin, yıl sonu etkinliklerinin solisti olarak geçti çocukluğum. Anne tarafından Dersimli, baba tarafından Adıyamanlı bir ailede büyüdüğüm için çocukluğumun müzikal seyri hep halk müziği ekseninde seyretti. Hatta size hiç abartısız pop müzikle orta okula başladığımda okul servisinde tanıştığımı söyleyebilirim. O zamana kadar hep Arguvan havaları, Alevi deyişleri ve Kürtçe müzikle geçti yıllarım. Kürtçe’de de tabii ki Şivan Perwer ve Maraşlı Kürt ozan Garip Dost ile. Ne zaman ki ben lisede politikleştim, işte o politikleşme ile birlikte işin seyri değişti. Ama orayı açarsam röportajın tamamını bu soruya ayırmak gerekecek.
Bilirsin, sanatla uğraşan birçok insan ailesi tarafından bu yönleriyle kabul edilmez, hor görülür, küçümsenir. Senin ailen nasıldı bu noktada? Konservatuvar kazandığında ya da belki başvurduğunda nasıl tepkiler aldın ailenden, çevrenden?
Bir önceki soruda anlattıklarımdan bu sorunun cevabını anlamak da çok zor olmasa gerek. Çok klişe olacak ama çocukken de “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna her zaman “Şarkıcı olacağım.” diyordum. O zamandan beri ailemden herhangi bir itirazla karşılaşmadım. Burada küçük bir anekdot anlatayım. Halk müziğine bu kadar düşkün bir babanın oğlu olarak flüt çalmaya başladığımda biraz garipsemişti. Ege Üniversite Devlet Türk Musikisi Konservatuvarını kazandığımda bu sefer bağlama öğreneceğim diye çok sevinmişti ama onu da bağlamayı öğrenmeden bırakıp Dokuz Eylül Üniversitesi Müzikoloji bölümüne geçince yine bir hayal kırıklığı yaşadı tabii.
Eğitim hayatından önce de müzikle ilgileniyor ve konserler veriyordun. Bu toplanmalar ve aynı amaçta bir araya geldiğin insanlarla tanışman nasıl gerçekleşti?
İlk profesyonel müzik çalışmalarım (yani hayatı müzikle idame ettirmem) 2012 yılının eylül ayında başladı. Daha öncesinde başka işler yaparken bir yandan müzik de yapıyordum. Mesel isimli bir grup kurduk. Ben solistliğini ve flütistliğini yapıyordum. Gruptaki diğer üyeler müziğin dışında da bir arada olduğum, zaman geçirdiğim hatta açık konuşmak gerekirse ortak hayal ettiğimiz ülke ve dünya için beraber mücadele ettiğim insanlardı. Yani bizi yan yana getiren tek mefhum müzik değildi. Böylesi benim için (eminim onlar için de) çok daha kıymetli bir hâldeydi. Bir müzik grubunu hiyerarşiden, gerontokrasiden uzak; kolektivist, üretimci ve paylaşımcı bir algıyla hep birlikte ileriye taşımaya çalışmak muazzam kıymetli bir çabaydı ki hâlâ öyle. Yani kısacası ortak bir paydada birileri ile müzik üreteceksem bunun için tek asgari müştereğim iyi müzisyen olması değil. Bunu elbette herkeste böyle olmalıdır diyerek idealize etmiyorum, sadece bendeki vaziyet bundan ibaret diye belirtiyorum.
Peki Ahmet Kaya senin için ne ifade ediyor? Onun yaptıkları, sanatı senin hayatında neler değiştirdi? Ve belki Ahmet Kaya Şarkıları konserlerini de anlatabilirsin bizlere.
En tumturaklı soru bu sanırım. Çünkü üstüne kitap yazmak gereken bir konu. En başta benim için genelde Ahmet Kaya, özelde de Ahmet Kaya şarkıları yaşadığımız toprakların birleştirici mayasıdır ya da mayalarından biridir. Çünkü ilk albümünün yayınlandığı 1985’ten bu yana tam 35 yıldır şarkıları dillerden hiç düşmemiş, hafızalardan hiç silinmemiş. Vefatından 20 yıl sonra bile Fizy gibi bir portalda hâlâ en çok aratılan sanatçı olma gibi bir özelliği var. Tüm bunlar, ortaya koyduğum tespiti doğrular nitelikte. Ben ilk Ahmet Kaya şarkıları konserini tamamen içsel bir hissiyat ile bir ahde vefa gereği yapma ihtiyacı duymuştum. İzmir’de o kadar rağbet gördü ki vefat yıl dönümünün dışında da Ahmet Kaya geceleri organize etmeye başladık. Çünkü insanlar da sağında, solunda hiç tanımadığı başkalarıyla haykıra haykıra Ahmet Kaya şarkılarına eşlik ederken kendilerini özgür ve kocaman bir toplamla hemhâl hissediyorlar. Bugün yaşadığımız ülkenin koşullarını düşününce bu hiç de azımsanacak bir duygu değil. Derken bu ilgi İstanbul’daki kimi performans mekanlarının da ilgisini çekti ve projeyi İstanbul’a taşıdık. Burada beni en çok şaşırtan şey, içerisinde binlerce müzisyenin yaşadığı İstanbul’a böyle bir proje için benim ta İzmir’den kalkıp gidiyor oluşumdu. Orada da sanırım bugüne kadar hemen hemen tüm konserlerde aldığım en yoğun olumlu eleştirinin etkisi var. O da Ahmet Kaya’nın sesini taklit etmediğim, tamamen kendime özgü yorumumla okuduğumdur. Ahmet Kaya’nın müzikal ve yaşamsal seyrinden bir sonuç çıkarmam gerekirse o da şu olur: eğer bir yerde bir yanlış görüyorsan, şarkılarında da olsa, uzatılan bir mikrofona da olsa, ne olursa olsun dile getir. Susma!
Röportaj fikrimiz aslına bakarsan “Otuza Dek” adlı şarkını yayınladıktan sonra ortaya çıktı. Bu şarkının hikâyesi nedir? Peki neden daha önceki yaşlarında değil de otuzunda böyle bir şarkı hazırladın? Neler oldu 30 yaşına gelene kadar?
Otuza Dek aslında benim ilk bestem değil. Daha önce Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adaylığı sürecinde “Oyumuz Demirtaş’a”, DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi’nin taşınma sürecinde “GSF Şarkısı” ve son olarak da 2015 temmuz ayında Suruç katliamında hayatını kaybeden akrabam Çağdaş Aydın için “Cano” isimli yayınlanmış bestelerim de var. Ancak Otuza Dek hepsinden ayrı. Bu şarkı aslında benim tarafımdan yine bana sipariş verilmiş bir beste. 2020 başında bu sene 30 yaşıma girdiğim için kendi hikâyemi anlatacağım bir beste yapmaya karar verdim. İlginç yollardan geçtim bugüne kadar, hayatıma çok insan girdi; ha keza hayatımdan maddi ve manevi olarak çok insan da eksildi. Daha yirmi yaşına bile basmazdan evvel otuz yaşımı görebileceğimden pek emin değildim. Sonrasında ise öyle ya da böyle otuz olduğum gerçeği ile karşılaştım. Bir durup “o zaman buraya kadarını bir anlatmak gerek” diye düşünürken buldum kendimi. İlk pandemi karantinası sürecinin sonlarına doğru -yani mayıs sonu, haziran başı gibi- oturup yazmaya başladım. İlk çocukluğumu, okumayı söktüğümde göğsüme takılan kırmızı kurdeleyi, karne günü koşuşturmalarımı, ilk öpüştüğüm kadını, terk edilişlerimi ve bundan sonraki yolun bilinmezliğini ifade etmeye çalıştım. Kısacası şarkıda duygu olarak ne hissediliyorsa hepsi yaşandı. Bir hikâye anlatacağım ve bu benim hikâyem olacak diye başladım ve ortaya Otuza Dek çıktı.
Covid-19 süreci hepimizi etkilediği kadar senin de çalışma ve sosyal hayatını etkilemiştir muhakkak. Nasıl savaşıyorsun Mart’tan bu yana? Ve geleceğe dair ne gibi projeler bizi bekliyor?
Covid-19 sürecinde karşılaştığımız yasaklardan doğan hezeyan, performansa dayalı sanat camiası olarak bizim çok şaşırdığımız bir durum değildi aslında. Bizim ülkede ve bizimki gibi ülkelerde en ufak bir sosyal olumsuzlukta en kolay vazgeçilen alan kültür ve sanat alanı oluyor. İlk iş konserler, tiyatro oyunları iptal ediliyor. Sanki sadece bunları yapsak bile sorun çözülür, acı çabuk diner gibi çarpık bir algı hâkim. Dediğim gibi bu yasaklar şaşırdığımız bir durum değildi ama bu kadar uzun süreceğini de kestiremiyorduk. Kestirsek bile bunu kabul etmek istemiyorduk. Çünkü benim gibi on binlerce müzisyen bu ülkede günlük elde ettiği gelirle, sigortasız ve güvencesiz yaşıyor. Virüsle mücadele süreci uzadıkça müzisyenlerin ellerinde olan ekipmanı satarak hayatta kalma çabaları dahi birilerini bu süreci hızlandırmaya itmiyorsa muktedirden bir şeyler talep etmek inanın anlamını yitiriyor. Ben ekonomik olarak bir savaş verebilme cürmünden zaten düştüm. O yüzden bir şekilde müzikal üretimin içinde kalıp müzik ile kurduğum manevi ilişkiyi diri tutma çabası güdüyorum sadece. Geleceğe dair ise birtakım çalışmalarım var. Bunları yine tekli tekli yayınlayacağım ancak bir tane de kendimi ifade ettiğim üç dilde -yani Türkçe, Kürtçe ve Zazaca dillerinde- geleneksel eserlerden oluşan altyapıları deneysel düzenlemelerle bezeli bir albüm hazırlığının da içindeyim. Gelişmeleri zaman zaman duyuracağım zaten.
Özel bir soru, senin gibi müzikle uğraşan fakat yolun başında olan genç arkadaşlarımıza ne önerirsin? Kariyerinde “keşke şunu da yapmasaydım” olarak düşündüğün ve “bu yanlışı sizinle de paylaşmalıyım” dediğin bir şey var mı?
En başta şunu söyleyeyim: bu yola girmeyi aklından geçiren tüm arkadaşlarım hiç zaman kaybetmeden bir enstrüman icra etmeyi öğrensinler. Kendime en büyük hayıflanmam, enstrüman çalmaya 20 yaşında başlamış olmamdan kaynaklıdır. Bunun dışında ben de kendimi yolun başında gördüğüm için akıl verme haddini kendimde bulamıyorum.
Son olarak, madem Ahmet Kaya dedik, bize en sevdiğin, söylemekten aşırı keyif aldığın 5 Ahmet Kaya şarkısını paylaşır mısın?
Layla, Yazamadım, Mahur, Ağladıkça, Tedirgin (hiçbir konserde söylememiş olsam da)
Röportaj: Ufuk KADIZ
ufukadiz@gmail.com